26 Ekim 2009 Pazartesi

Profesyonel UGC

Bundan 4-5 sene önce UGC yani Kullanıcı tarafından yaratılan içerik furyası başladığında, insanların içerikten anladığı evcil hayvanların, çocuklarının kötü kalitede çekilmiş videoları ve çeşitli kanallardan kaydettikleri görüntülerdi. İlk başlarda ilginç gibi gözükse de bir süre sonra bu kalitesiz içeriklere ilgi azalmaya başladı.
Son zamanlarda ise birçok video paylaşım sitesinde dikkatimi çeken yeni gelişmeler mevcut. En çok izlenen videoları hızlıca tarayınca amatör kişiler tarafından hazırlanmış profesyonel kalitedeki videolara rastlamaya başladım.
Özellikle amatör müzik grupları TV’lerde yayınlanmamış, hatta belki de hiçbir zaman yayınlanmayacak klipleri ciddi emekler harcayarak milyonlarca kişinin izlemesini sağlamış. Birkaç grubun video klipleri şu anda TV’lerde dönenlerden çok daha kaliteli olarak hazırlanmış ve video paylaşım sitelerinde 20 – 30 milyon kişi tarafından izlenmiş.
Bu ne anlama geliyor? Artık insanlar kaliteli içerikleri tercih etmeye başlamışlar. Aslında bu karşılıklı etkileşimle oluyor. Kaliteli içerikler hazırlandıkça bunun keyfini alan izleyiciler daha fazlasını talep ediyor, talep geldikçe daha fazla kaliteli içerik hazırlanıyor. Internet’in video içerik olarak gerçek anlamda alternatif bir mecra olabilmesi için amatörce hazırlanmış, kötü kaliteli, hatta kamera hareketlerinden başımızın döndüğü içeriklere değil, bu tarz özenerek hazırlanmış içeriklere ihtiyacımız var.
Tüm bunlar oturduktan sonra da sıra para kazanmaya gelecek. Emek verilerek, hatta kalite için yatırımlar yapılarak hazırlanan bu içeriklerin devamlılığı, ancak buradan elde edilecek maddi ve manevi kazançlar sayesinde olacaktır.
Video paylaşım siteleri sabrederek kaliteli içerikleri kendilerine çekmeye başladılar, şimdi bu sabırlarının karşılığı olan finansal kazançlara sıra geldi. Burada da sistem oturursa birkaç sene içerisinde geleneksel kanallar ciddi anlamda reyting kaybına uğrarlar.

Last.fm ve sonrası

Geleceğin radyo ve televizyonlarının nasıl olacağını bize en güzel anlatan proje aslında Last.fm projesi. Aslında çoğumuzun elinde kendimize ait müzik CD’lerimiz, MP3’lerimiz varken, hatta Internet üzerinde çevirimiçi çalışan yüzlerce radyo istasyonu varken neden herkes Last.fm sitesinden müzik dinliyor ve neden Last.fm bu kadar popüler oldu?
Gerçi bizde geçtiğimiz hafta Last.fm’e girişler kısıtlandı ama bu geleceğin nasıl şekilleneceği ile ilgili görüşlerimiz engellemeyecek.
Genel Internet’in insanları yalnızlaştırdığı söylenir ancak bu olaya sadece yüzeysel bakan insanların görüşü olarak kalmaya devam edecek. Son zamanlarda Internet’in gelişimini takip edersek aslında insanların eskiden olmadığı kadar paylaşımcı, katılımcı ve hatta sosyal olduğunu görüyoruz. Zaten adı üstünde Sosyal Medya.
Sosyalleşme alışkanlıkları arttıkça ve paylaşımcılığın keyfi alındıkça Last.fm gibi platformlar daha fazla kullanılır hale gelmekte. Yalnız başıma müzik dinlemek yerine dinlediğim müziği arkadaşlarıma duyurmak, tavsiye etmek, hatta kendi yayın akışımı hazırlayıp paylaşmak istemem çok doğal. Bu tip mecralar sayesinde tek düze içerikler yerine daha önce duymadığımız veya farkında olmadığımız yüzlerce şarkıya ulaşabiliyoruz, bu şarkılara başka insanların ne yorum verdiklerini görebiliyoruz.
Tabi bunun film versiyonlarının da çıkması kaçınılmaz. Bugünlerde jinni.com adını duymaya başladık. Daha başlangıç aşamasında olsa da gayet iddialı bir çıkışlarının olduğunu söyleyebiliriz. Hepimiz zamanında istemişizdir, beğendiğimiz bir filmin benzeri filmleri bulup izlemek, arkadaşlarımızın tavsiye ettiklerini bir yere toplamak.
Tabi tüm bunlar öncü dalgalar. Sürekli IPTV geç kalıyor veya beklentilerin dışında kalıyor dememin sebebi bu. Gelecekte, hem de çok yakın gelecekte yalnız başımıza TV seyretmeyeceğiz. Aynen last.fm’de olduğu gibi TV seyrederken bunu arkadaşlarımıza tavsiye edebileceğiz veya kendi yayın akışımızı oluşturup paylaşabileceğiz. Bugünün yoğun sosyal Internet kullanıcılarının mevcut yayıncılık anlayışı ile Televizyon karşısına çekilmesi çok zor.
İşte burada IPTV’nin konumlandırılması çok önemli. Bakalım önümüzdeki yıllarda bu konularda ders alınacak mı?

21 Ağustos 2009 Cuma

Yeni hedef TV!

Son zamanlarda Internet üzerinden içerik satışı veya dağıtımı yapan birçok firmanın TV'ye yönelik ürünlerini duyurduklarını görmeye başladık.

Netflix, Youtube, Amazon gibi şirketler içeriklerinin TV üzerinden izlenmesi için gerekli anlaşmaları ve teknik geliştirmeleri sunmaya başladılar. Özellikle donanım üreticileri ile yapılan anlaşmalar çerçevesinde PS3, XBOX 360, Apple TV gibi çevirim içi cihazlardan bu içeriklere erişilebilmesi ve ek gelirler elde edilmesi planlanıyor.

Son zamanlarda birçok taşınabilir sabit disk üreticisi de yine TV'lere bağlanabilen ve PC'den bağımsız video oynatabilen Multimedia cihazları piyasaya sürmeye başladılar. Görüldüğü gibi Internet TV ve video servislerinin PC'ler üzerinde elde ettiği başarılar, hem içerik sahiplerinin, hem dağıtımcıların, hem de donanım üreticilerinin iştahını kabartmaya başladı.

İçeriklerin TV ortamına taşınması ile bireysel izleme alışkanlıklarının tekrar toplu halde izlemeye yöneleceği ve tüketimin tüm ailebireylerine genişleyeceği varsayımı ile ciddi bir pazar beklentisi içerisinde olan bu firmalar şu ana kadar istedikleri cirolara ulaşabilmiş değiller. Ancak pazarın da ciddi bir ivme ile genişlediği gerçeğini göz ardı etmemiz mümkün değil.

Bir yandan TV üreticileri, Microsoft gibi şirketlerin ortaya attığı DLNA kavramı da geleceğin TV izleme alışkanlıklarının ne olacağını tahmin etmemizi sağlıyor. Bir sonraki yazımda detaylı olarak bahsedeceğim DLNA ile birlikte çevirim içi servisler ve gelişmiş donanımlar sayesinde dijital platformlara veya IPTV'ye ihtiyacımız kalmadan kendi eğlence ortamımızı yaratacağız.

Tabii bunlar işin olumlu tarafı. Asıl cevaplanması gereken soru bu servisler TV izlemek kadar kolay olacak mı? Geleneksel TV izleyicileri bir düğmeye basarak TV'yi açmaya, sadece ses açma/kapama düğmesi ve kanal değiştirme düğmesi kullanarak her şeye ulaşmaya o kadar alıştılar ki gelecek yeni teknolojilerin ekstra bir zorluk getirmemesi gerekiyor. Bu ürünlerin onlara sunacağı servislerin getireceği birçok güzellik kullanımının kolaylığı sayesinde yaygınlaşabilecektir.

Sonuçta tüm bunlara rağmen bundan 10 sene sonra, tek kanallı günleri veya siyah beyaz televizyonları hatırladığımız gibi hatırlayacağız bu günleri.

14 Ağustos 2009 Cuma

Teknoloji kullandığımız kadar gelişmiştir

Çok çelişkili bir ülkede yaşıyoruz. Dünya istatistiklerine bakınca birçok gelişmiş ülkeden daha yüksek oranda teknoloji kullanıyor gözüküyoruz.

Sadece rakamlara bakıp karar verilirse dünyanın en çalışkan, en teknolojik, en gelişmiş ülkelerinden biri gibi algılanmamız şaşırtıcı olmaz.
MSN kullanım oranlarında dünya üçüncüsüyüz, Facebook kullanımında dünya dördüncüsüyüz, cep telefonu kullanımında ilk ondayız, Friendfeed'i Twitter'dan daha çok seviyoruz.
SMS kullanım rakamlarımız dünya ortalamasının üzerinde, Blogger.com kullanımında dünya sıralamasında ilk 10 içerisindeyiz.
Peki bu rakamlar ne ifade ediyor? Evet Türkiye'de çok yoğun Internet ve cep telefonu kullanıyoruz. Nüfusumuz genç ve yeni teknolojilere hemen adapte oluyoruz. Ancak teknolojiyi kullanma amacımız çok belirgin ve bize gösterileni değil istediğimizi seçip kullanıyoruz.
Türk halkı sohbet etmeyi, paylaşmayı, yeni insanlar tanımayı çok seviyor. Zaten kahve kültürü, kadınların düzenlediği günler hep bunun sonucu. Tabi teknoloji elimize geçince bu alışkanlıkları hemen yeni mecralara taşıyoruz. Friendfeed bunun çok güzel bir örneği. Twitter dünyada ortalığı kasıp kavururken bizde Friendfeed daha çok kullanılıyor çünkü Twitter daha monolog gibi gözükürken Friendfeed geçmişin IRC ortamını aratmayacak şekilde sohbet ve paylaşım dolu.
Beki neden bütün bunlardan bahsettim? Çünkü yıllardır konuşulan IPTV çalışmaları devam ediyor ve sürekli yurtdışı örnekler ve kullanım alışkanlıkları inceleniyor. Ancak diğer örneklerde olduğu gibi bir kurgu ile IPTV servisleri TV izleyicisine sunulursa ölü doğan bir servis olmaktan öteye gidemez.
Böyle bir ürünü konumlandırmak için Türkiye gerçeğini bilmek gerekiyor. Şu anda Dijital alıcılı hane sayısı 10 milyon civarındayken kalkıp bu evlere IPTV sokmak için iyi film, güzel kanallar, kullanım oranı düşük etkileşimli servislerden çok daha fazlasını vermek gerekiyor.
Verilmesi gereken servislerin ne olduğu sanırım yazımın ilk bölümünden çok net anlaşılıyor diye düşünüyorum. IPTV'yi TV izlemekten daha fazlası TV seyrederken paylaşmak ve sohbet etmek havasına sokarsak bu hizmet başarılı olur. Ben izlediğim bir programı izleyen başkalarını görebilsem, onlara mesaj atabilsem, programlara bir kumanda tuşu ile "like" yani beğeni ekleyebilsem, aynı zevklere sahip izleyicilerle gruplar oluşturabilsek, izlediğim bir programı sevdiklerime gönderebilsem, onların ekranında "Mete size bu programı tavsiye ediyor izlemek için OK tuşuna basınız" yazsa. Çok şey mi istiyorum?

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Yaşasın 3G geldi evlilikler kurtuldu

Aslında 3G yazısı yazmayacaktım ama son bir haftadır yapılan haberleri, köşe yazılarını ve programları görünce dayanamadım. Evet, 3G geldi, merak edenler hemen geçiş yaptı, bazı sorunlar yaşayandı, aksaklıklar zamanla giderildi veya giderilmeye devam edecek.
Bu arada 3G’ye geçenler neden geçtiklerini anlamadılar, değişen sadece Operatör logosunun altında beliren 3G logosu oldu. Buraya kadar sorun yok, zaten teknolojinin ihtiyaç halini alması, yeni servislerin çıkması zaman alacak. SMS ilk çıktığında insanlar birbirleri ile konuşmak yerine mesaj atmaya garip bakmıştı, anlam verememişti. Zaten SMS de ilk olarak duyma engelli vatandaşlara kolaylık olsun diye lanse edilmişti. Şu anda SMS’in ne işe yaradığını sorgulayan yok sanırım. 3G için de aynı süreç yaşanacak, biz cep telefonlarımızı masanın üstüne koymanın görgüsüzlük olarak bakıldığı bir kuşak olarak bunlara alışığız.
Peki, asıl sorun nerede? Yeni bir teknoloji gelmiş, bu teknolojinin günlük yaşamımızı etkileyecek birçok özelliği var. Hızlı Internet ve bunun yanında her zaman erişilir olmak. Ama bir haftadır herkes 3G’nin en az kullanılacak özelliği üzerine yüzlerce yazı yazıp, haber geçti. Dünya 3G servisleri içerisinde de en az kullanılan özellik olan “Görüntülü Konuşma” fonksiyonunun bu kadar konuşulmasının arkasında yatan ise aslında toplumsal psikolojimizi ortaya koyuyor.
Herkesin aklına ilk gelen çapkın erkeklerin bundan sonra daha dikkatli olması gerektiği gibi konular oldu. Yani bu mudur? 3G’nin hayatımıza katacağı tek şey erkeklerin daha az çapkınlık yapması veya daha kolay yakalanacak olması mıdır?
Demek ki 3G geldi Türk aile yapısı kurtuldu…

29 Temmuz 2009 Çarşamba

3G Evrim Geçirdi

Vodafone, Avea ve Turkcell’in 3G lansmanlarını seyrettikten sonra aslında 3G’nin bundan 5-6 yıl önceki söylemleri ile şimdikilerin ne kadar değiştiğini gördüm.
3G ilk duyulduğunda herkesin üzerinde durduğu servisler görüntülü konuşma, mobil tv gibi servislerdi. Herkes konuşurken karşımdakini göreceğim, cebimden televizyon seyredeceğim beklentisi içerisindeydi.
Ancak son yıllarda Internet’in artık yemek, su gibi hayatımızın bir parçası haline gelmesiyle birlikte 3G aslında evrim geçirdi. Hem operatörler, hem teknoloji ile yakından ilgilenenler aslında müşterilerin ihtiyaçlarının birbirlerini görerek konuşmak veya cep telefonunda televizyon seyretmek olmadığını anladılar. Asıl ihtiyaç mobil internet.
3G’nin ülkemize geç gelmesinin belki de tek faydası bu oldu. Yurtdışı tecrübeler, kullanım alışkanlıkları vs. sonucu bizim lansmanlar daha ayakları yere basar oldu. Tabi hala sokaktaki tüketici ve medya bu tip ilginç servisleri konuşuyor ama yeni çıkan bir ürünün haber değeri olması ve konuşulması için de bu gerekiyor.
Tüm dünyada 3G, mobil Internet olarak kullanılıyor ve ülkemizde de asıl kullanım alanı burada oluşacaktır. Operatörler 3G servisleri çıkarmaya çalışsalar da bunlar lansman ürünü olarak kalacak gibi gözüküyor.
Sonuç olarak 3G lansmanında operatörler doğru konumlandırma yaparak en azından yurtdışındaki eğilimleri iyi incelediklerini gösterdiler.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Neden bedava?

Bundan iki önceki yazımı bir soruyla bitirmiştim. Internet’te her şey bedava, peki neden? Neden şahıslar veya firmalar birçok içeriği, bilgiyi veya hizmeti bedava veriyorlar?
Bunun birkaç sebebi olabilir. Firmaların bedava vermesinin ana sebebi aslında anlaşılabilir, sonuçta markasını güçlendirmek, buradan müşteri kazanıp normal mecralardan satışlarını artıracak alışkanlıkları yaratmak vs.
Asıl yazımızın konusu olan şahıslara baktığımızda ilginç bir durum ile karşı karşıyayız. Yüzlerce blog üzerinden insanlar bilgilerini, tecrübelerini ve daha birçok değerli içeriği herkesle bedava paylaşıyor. Yemek tarifleri yayınlıyor, gezi yazılarına yer veriyor, teknolojik incelemeler yapıp ürünler ile ilgili raporlar hazırlıyor vs..
Burada ilk göze çarpan herkes kişisel reklamını yapmaya çalışıyor. Internet kişinin kendini bir marka haline getirebilmesi için en kolay ortam. Özellikle sosyal ağların artması ile birlikte insanlar en büyük yatırımı markalaşmaya yapıyor. Farkında mısınız bilmiyorum ama eskiden rumuz (nick) kavramı vardı, kimse Internet ortamında forumlarda, chat ortamlarında gerçek ismini paylaşmazdı. Ancak günümüzde Sosyal Ağlar üzerinde bırakın isim paylaşmayı nereye gittiğimizi, ne yediğimizi hem de resimli olarak paylaşır olduk.
Blog’lar üzerinde insanlar normalde basılı bir dergi içeriği kalitesinde bilgileri ve görselleri milyonlara ücretsiz dağıtır oldu.
Ayrıca yıllardır özendikleri Dergi yazarlarına, TV programcılarına da ulaşmanın kolay bir yolunu bulmuş oldular. Artık onlar da bir yazar, bir yapımcı veya bir araştırmacı gibi konumlandırılabiliyorlar.
Peki, neden markalaşmaya gidiyoruz?
Artık bir kağıda basılı CV firmalar için çok bir şey ifade etmemeye başladı, eleman alırken o kişinin sosyal hayatı, dolayısıyla Facebook, Twitter gibi ortamlardaki aktiviteleri, varsa blog’lardaki fikirleri çok daha önemli hale geldi. Kendi işini yapan insanlar için de aynı şey geçerli siz ne kadar marka olursanız o kadar çevre ediniyor ve ürününüzü pazarlarken daha fazla ciddiye alınıyorsunuz.
Sonuç olarak insanlar, marka olmak beklentisi ile ellerinde ne var ne yok Internet’e döküyorlar. Bazıları bunun sonucunda markalaşırken, Internet kullanıcıları da bedava içeriğin keyfini çıkarıyorlar.

14 Temmuz 2009 Salı

Sonunda İçerikler Dağıldı

Yıllardır süre gelen bir alışkanlık son zamanlarda ciddi bir şekilde tersine döndü. İçerik üreticileri yani büyük stüdyolar ve yapımcılar bundan 5 – 6 yıl öncesinde içeriklerini Internet’e koymaya bile sıcak bakmıyorlardı. Onlara göre Internet güvensiz bir mecraydı çünkü.
Koymaya karar verdikleri içerikleri de ancak kendi platformlarında yayınlıyor ya da ITunes gibi mecralarda büyük anlaşmaların ardından boy gösteriyorlardı. Amaç TV’de veya sinemalarda yayınlanan içerikleri sonrasında Internet üzerinden de satarak ek bir gelir kazanmaktı. Aradan geçen yıllarda bu işin hiç de öyle olmadığı anlaşıldı. Kimse elini cebine atım içeriğe para ödemiyordu.
Bunun sonucu olarak yapımcılar yine kendi sitelerinde ABC örneğinde olduğu gibi dizilerini TV’de yayınlanır yayınlanmaz, izletmeye başladılar, tabi ki bedava olarak ve başına reklam alarak. Aslında önceki modele göre başarılı bile oldular. Daha fazla trafik çektiler, reklamdan kazan elde etmeye başladılar ancak yine de büyük bir sorun vardı, artık Internet değişmişti, insanlar Internet’i Sosyal Ağlar üzerinden takip ediyordu. Bu nedenle sitelerine trafik çekmek çok kolay olmadı, özellikle Facebook gibi sitelerin neredeyse Video paylaşım platformuna dönüştüğü ortamda insanlar zaten kendilerini oyalayacak yasal veya yasal olmayan içeriklere rahatça ulaşabiliyor ve bunları çok kısa sürede binlerce kişiyle paylaşabiliyordu.
Tüm bunların sonucunda yeni bir kavram ortaya çıktı “Content Syndication”. Aslında tam Türkçe karşılığını oturtamadım ama “İçerik Paylaşımı” diye biliriz. Bunun en güzel örneğini Hulu.com gerçekleştirdi. Eskiden elindekini paylaşmayan stüdyoları elindekini dağıtmaya ikna etti ve Hulu.com’u Sosyal Ağlara açtı. Artık Hulu.com da bir dizi seyrediyorsanız bunu Facebook’taki arkadaşlarınızla paylaşabiliyorsunuz.
Facebook üzerinde yine Hulu.com’a ait olan Video Oynatıcı gözüküyor. Başında yine Hulu.com’da olduğu gibi reklam videosu dönüyor ve ardından içeriği izliyorsunuz. Her şey sonuna kadar yasal. Nihayet içerik üreticileri ve dağıtıcıları eski amaçlarına geri döndü, hazırladıkları web sitelerine değil, içeriklerine trafik almaları gerektiği akıllarına geldi.
Bu yöntem ne kadar başarılı olur zaman gösterecek ancak yine de bugüne kadar Internet üzerinde düşünülmüş video dağıtımı konusunda ayakları yere basan ilk model gibi duruyor.

28 Mayıs 2009 Perşembe

Herşey Bedava

1990’ların başı, Internet daha yeni yeni duyuluyor. Internet’e girme şansına sahip küçük bir azınlık var. Internet’e girenler şaşkın, çünkü normalde tonlarca para verilerek alınan ansiklopediler ve kitaplardaki bilgilerin daha fazlası bedava.
Yıllar geçtikçe Internet’te içeriklerin sayısı artmaya başlıyor ancak hala bedava. Internet guruları bunun zamanla değişeceğini yavaş yavaş Internet’in paralı olacağını, bilgiye ve eğlence içeriklerine erişmek için para ödemek zorunda kalacağımızı söylüyor.
Hatta bazı gazeteler bedava olan sitelerini ücretli yapmaya çalışıyor, içerik şirketleri ücretli içerik satışı yapmak için portallar açıyor, abonelikle çalışan bazı haber siteleri kuruluyor ancak tüm girişimler sonuçsuz kalıyor.
Internet ortaya çıkalı neredeyse onbeş – yirmi yıl oldu ama hala bedava olan ayakta ücretli olan ise yok olmaya mahkum.
Arkamıza yaslanıp bir düşünelim, normal hayatta kimse kimseye bedava günahını bile vermezken Internet’te neleri paylaşıyoruz.
Friendfeed, Twitter, Facebook gibi sitelerde hiçbir gelir beklentisi olmadan milyonlarca kişi soru soruyor, cevap yazıyor, yorum yapıyor, bilgi paylaşıyor.
Milyonlarca blog sitesinde her seviyeden insan fikirlerini paylaşıyor, ilgi alanlarına yönelik haberleri, videoları paylaşıyor. Tek kuruş para almadan.
Para verip satın aldığımız gazeteler Internet’te bedava, hem de daha güncel.
Birçok içeriği birbirimizle bedavaya paylaşıyoruz. Vikipedia gibi sitelerde aradığımız tüm bilgilere ücretsiz erişiyoruz.
Hulu.com gibi sitelerde popüler birçok film ve diziyi insanlar ücret vermeden izliyor.
Internet’ten para kazanmayı düşünenler mutlaka iş modellerini gözden geçirmeleri gerekiyor.
Parayı son kullanıcıdan almaya odaklanan iş modelleri malesef uzun ömürlü olmayacak.
Peki bu kadar insan neden hayır işi yapıyor? Neden para kazanmayacağını bile bile bu kadar çok bilgiyi ve içeriği paylaşıyor? Bunun cevaplarını da bir sonraki yazımda vereceğim. Bu arada sizin de bu sorulara cevabınız varsa mete@metebayrak.com adresine gönderebilirsiniz, hem de bedavaya.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Teknoloji içeriğin kıymetini azaltıyor mu?

Aslında geçen gün eski CD’lerimi toparlarken aklıma geldi.

Bundan yıllar önce bir albüme ulaşmak için, bir şarkıyı bulmak için nelere katlandığımı hatırladım. Örneğin radyoda duyduğum Cindy Lauper'ın hit şarkısı "Girls Just Want to Have Fun" ı mahallemizin kasetçisine anlatmak için harcadığım eforu hatırladım. Guns n' Roses albümü olan "Use Your Illusion"a en önce sahip olmak için İMÇ'ye giderek plakçıyla birlikte kolileri açtığımı hatırladım. Hatta U2'nun "Under A Blood Red Sky" konser albümünü ilk olarak İstiklal Caddesi'nde duyduktan sonra bu albümün kime ait olduğunu bulmam tam üç ayımı aldı.

Ama tabi tüm bu albümler, hatırlamadığım birçok şarkı ve kasetlere sahip olduğumda onları aylarca sıkılmadan dinlediğimi, gözüm gibi koruduğumu da hatırladım. O günlerde bir şarkıya erişmek, duyduğun bir melodinin kime ait olduğunu bulmak inanılmaz bir uğraş gerektiriyordu.

Peki bugün ne durumdayız. Birçok içeriği yasal veya yasal olmayan mecralardan bir tıklamayla bulabilmekteyiz. Örneğin; şu anda yasal olarak birçok platformdan çeşitli kampanyalar sayesinde birçok içeriği dinleyebiliyoruz ancak o eski aylarca ulaşılmış şarkının verdiği keyfi alıp almadığımız şüpheli.

Birşeyi elde etmek ne kadar zorsa o kadar kıymetli oluyor. Teknoloji bize inanılmaz kolaylıklar sunuyor, herşey elimizin altında, istediğimiz içeriğe saniyesinde ulaşabiliyoruz, bunun faydalarını inkar etmek mümkün değil. Hatta eski günleri düşününce çok daha şanslı olduğumuzu da düşünüyorum.

Dünyanın bir ucundaki hiç tanımadığımız bir sanatçının eserine de kolayca ulaşabiliyor, arkadaşlarımızla paylaşabiliyor, sanatçıya direk görüşlerimizi iletebiliyoruz.

Ama yine de acaba içeriklere eskisi kadar değer veriyor muyuz? Yoksa çok kolay ulaşabildiğimiz ve hiç çaba harcamadığımız için gözümüzdeki değerleri daha mı düştü? Ben içinden çıkamadım.

Yine de biz çok farklı bir nesiliz. Hem plakları gördük, hem kasetleri, hem cd'leri, hem de MP3'leri.

8 Nisan 2009 Çarşamba

Digiturk, Formula 1 ve ötesi

Seçim günü sabahı, saatlerin de bir saat ileri alınmasına rağmen zorlanarak da olsa kalkıp TV’nin karşısında yerimi aldım.


Heyecanlı geçeceği belli olan F1'in yeni sezonu Avusturalya'da başlayacaktı çünkü. Bu sene yeni kurallar, görüntüsü değişen yarış arabaları ile tekrar eski heyecanlı günlerine döneceğinin sinyallerini veren F1 için uykudan fedakarlık etmeye değerdi. Sonuç olarak bu sene yayın haklarını alan TRT1'den yarışı izlemeye başladım. Ancak yarışın daha başlarında birden ekran karardı. Ne olduğunu anlamak için kumanda ile oynarken birden Digiturk ekranında "Kanalın yayınları şifreli olduğu için yayınımıza ara verdik" benzeri bir açıklama çıktı.


Nasıl olur? TRT1 ulusal bir kanal. Zaten TV'nizin arkasına çatal da taksanız izleyebildiğiniz bir kanal neden yayınını şifrelesin? Tabi o saatte bunu sorgulamak yerine imdadıma trt.net.tr yetişti ve internetten seyretmeye başladım.


Aslında işin sebebi belliydi. TRT1 Avrupa'dan da izlenen uydu yayınlarını yayın haklarından dolayı şifrelemek zorunda kalmıştı. Digiturk de büyük ihtimalle TRT1'i uydu üzerinden alıp yayınladığı için yayın şifrelenince ortada kaldı. Tabi burada hem Digiturk'ün, hem TRT'nin suçu var. Böyle bir operasyon son dakikada belli olmamıştır. Daha önceden yayının şifreleneceğinin bilinmesi ve ona göre önlem alınması gerekirdi.


Neyse bunları anlatma sebebim aslında Pazar günü yarış izleme zevkimi kursağımda bırakan ne Digiturk, ne de TRT'ye sitem etmek. Bundan önce bir yazımda belirttiğim gibi asıl konumuz yayın hakları karmaşası.


Teknoloji gelişiyor, yayın çeşitleri artıyor ve karmaşıklaşıyor ancak yayın hakları hala eski yöntemlerle dağıtılmaya çalışılıyor. Bunun çözümü tabii ki kolay değil. Ancak şu anda bu karmaşada ençok mağdur olan taraf biz izleyiciler. Uydu üzerinden TRT1 izleyen ve Türkiye sınırları içerisinde yaşayan insanlar, malesef bu yayınlar Avrupa'ya da ulaştığı için yarışları izleyemiyorlar. Suçları TRT1'i uydudan izlemek.


Aslında biz teknoloji ile içiçe yaşayanlar bir konuyu gözden kaçırıyoruz. Teknoloji çeşitlilik getirirken, bir yandan da bizleri kısıtlamakta. Örneğin amazon.com üzerinden bir CD satın alıp Türkiye'ye getirtebiliyorum posta ile, ancak yine aynı amazon.com üzerinden dijital müzik almam engelleniyor.


Sanırım içerik üreticileri, dağıtıcıları, kanallar ve regülatörlerin bir araya gelip izleyicilerin en az şekilde mağdur olacakları bir dijital haklar yol haritası çıkarmaları gerekiyor, yoksa geçen hafta yaşadığımıza benzer sorunları sık sık yaşayacağız gibi gözüküyor.

7 Nisan 2009 Salı

Mobil TV'nin geleceği - 3

Cep telefonları ile nerelerde TV izlenir önce onu düşünmek lazım.

Mobil TV denince nedense herkesin aklına mevcut kanalların cep telefonundan da izlenmesi geliyor. Ancak cep telefonları doğası gereği uzun süre televizyon izlemeye uygun değil, ya da saatlerce süren bir canlı yayını izlemek için ideal bir ortam değil. Cep telefonları ile nerelerde TV izlenir önce onu düşünmek lazım.
Ülkeden ülkeye değişmekle beraber genel olarak düşünürsek çoğunluk cep telefonlarından birşey seyretmek için yolda geçen zamanını kullanıyor veya bir yerde beklerken cep telefonunu kurcalayarak bir şeyler seyretmeye çalışıyor. Ancak aslında Mobil TV derken daha geniş düşünmemiz gerekiyor. Taksilere konulacak mobil ekranlar da aslında bir Mobil TV mecrasıdır veya toplu taşım araçları içerisine yerleştirilecek küçük ekranlar üzerinden de Mobil TV seyretmek mümkün.
Tüm bunları düşününce sabahları toplu taşıma araçlarında gördüğüm bir manzara aklıma geliyor. Sabah işe giden insanların herhalde %80'i artık kulaklarında bir kulaklık ile cep telefonlarından radyo veya müzik dinleyerek yolculuk yapıyor. Ancak Mobil TV için iş bu kadar kolay değil. Radyo dinlemek için kulaklığı takmak yeterli, bir ekrana konsantre olmak gerekmiyor. Mobil TV seyretmek için ise küçük bir ekrandan TV seytermeye çalışmak ilk başlarda kullanıcılar için pratik olmaya bilir.
Burada aslında iş biraz içerikte bitiyor. İçeriği üç bölüme ayırabiliriz. Televizyon başında değilken kaçırmak istenmeyen içerikler her zaman talep görecektir. Örneğin yolda eve dönerken akşam haberlerinin izlenmesi, önemli bir maçın takip edilmesi veya başına yetişemediğimiz bir dizinin seyredilmesi önemli bir fırsat oluşturacaktır. Bunun yanında mobile özel kanallar yine bir fırsat yaratıyor. Saat başı içeriği değişen ve sürekli dönen hava durumu, haber gibi içerikler veren kanallar veya kısa dizi özetleri ilginç olabilir.
Ancak tüm bunların yanında Mobil içerik seyretmek için en önemli uygulama Mobil VOD dediğimiz servis olacaktır. Bu servis kapsamında izleyiciler istedikleri dizi, film veya diğer içerikleri cep telefonlarına indirerek uygun oldukları zamanlarda seyredebileceklerdir. Örneğin uçakla seyahat edeceksiniz, binmeden önce birkaç dizi veya film satın alıp cep telefonunuza yükleyecek ve uçağa bindiğinizde yolculuk boyunca bu videoları izleyebileceksiniz. Aslında Mobil TV denince hep akla canlı TV yayını geliyor ama yurtdışında da asıl para kazanılan ve ilgi gören servisler yukarıda belirttiğimiz video'nun indirilip sonra izlenmesi şeklinde.
Sonuç olarak bu ürünün başarılı olabilmesi için öncelikle müşterinin beklentilerini bilmek gerekiyor. Beklentiler doğru belirlenir ve bu doğrultuda servisler hayata geçirilirse Mobil TV'nin başarılı bir ürün olmaması için bir neden yok.

Mobil TV’nin geleceği – 2

Mobil TV denince çoğumuzun aklına 3G ile birlikte cep telefonlarından televizyon izlemek geliyor.


Aslında bu tüm dünyada aynı durumdaydı. Herkes 3G ile birlikte Mobil TV servislerinin patlama yapacağını, bu işten operatörlerin büyük paralar kazanacağını düşünüyordu.

Ancak şu anda özellikle Avrupa’da birçok 3G servisi var ve Mobil TV hala emekleme aşamasında, bu servislerden para kazanan operatör ise yok gibi. Peki aslında Mobil TV yayını hangi teknolojiler ile izleyiciye ulaşabilmektedir.

Öncelikle tabiki 3G ile birlikte daha elle tutulur hale gelen GPRS hızları üzerinden yapılan yayınlar. Burada yayın altyapısı tamamen operatörlerin data için kullandığı IP ağı. Yayınlar genellikle Unicast yani kişiye özel. Burada en büyük problem aynı anda izleme sayısının mevcut kapasite ile sınırlı olması. Aynı zamanda paylaşımlı bir ağ üzerinden yayın yapıldığı için izleyen sayısı arttıkça yayın kalitesinde düşüşler, hatta kesilmeler olabilmekte. 3G üzerinden yayını aslında İnternet TV ile aynı düşünebiliriz. Tabi dezavantajları yanında piyasadaki birçok telefon ile uyumlu olması, ekstra verici yatırımı gerektirmemesi gibi avantajları da mevcuttur.

Diğer en önemli yayın teknolojisi ise DVB-H. DVB-H üzerinden yapılan yayınlar uydu yayınları gibi yapılmakta, yani şu anda izlediğimiz yayın teknolojilerine çok benzemektedir. Yayın kalitesi daha yüksektir, yayınları izleyen sayısının artması herhangi bir sorun yaratmamaktadır ve TV yayınları operatör altyapısını kullanmadığı için mevcut trafiklerden etkilenmemektedir. Buraya kadar herşey güzel ancak malesef herşey toz pembe değil. Öncelikle bu yayınları alabilecek cihazlar daha yaygın değil, standartlar arasında da tam olarak bir uyumluluk sağlanamamış durumda, ayrıca mevcut vericilerin yanına bir de DVB-H vericilieri yatırımının yapılması gerekiyor. Bu yatırım maliyeti bir ülke için ortalama 500 Milyon Avro ile 750 Milyon Avro arasında bir rakama ulaşmaktadır. GSM operatörleri bu kadar büyük bir yatırıma girmeye çok istekli değiller. Özellikle 3G yatırımlarını yeni bitirmişken ve LTE gibi yeni bir teknolojiye de bütçe ayırmaları gerekirken.

Bu sorunları çözmüş ve yaygın olarak Mobil TV kullanılan ülkeler de var tabiki. Örneğin Güney Kore üç yıldır T-DMB üzerinden yayın yapıyor. Mobil TV burada çok yaygın bir kullanım alanına sahip. Örneğin; tüm taksilerde müşteriler T-DMB entegre mini ekranlar üzerinden seyahatleri sırasında TV kanallarını seyrediyorlar, Seul metrosunda artık herkes kitap okumak yerine yerin altında seyahat ederken kesintisiz bir şekilde TV kanallarına ulaşabiliyorlar, kafelerde masalara monte edilen ekranlar ve kulaklıklar sayesinde işe gitmeden önce insanlar sabah haberleri göz atarak kahvelerini yudumluyorlar. T-DMB teknolojisi aslında mantık olarak DVB-H teknolojisine benzemektedir. Ancak Avrupa Birliği kendine Mobil TV standartı olarak DVB-H’i seçerken Kore ve Japonya gibi ülkeler T-DMB standardını benimsemiştir. ABD ise her zaman olduğu gibi kendi teknolojisini yaratmış ve MediaFLO üzerinden Mobil TV yayınlamaya karar vermiştir.

Mobil TV’nin geleceği – 1

Birkaç hafta sürecek bu yazı dizisinde özellikle 3G’nin de birkaç ay içerisinde başlayacak olması ile gündeme gelecek olan Mobil TV’nin durumunu incelemeyi düşünüyorum.


Mobil TV yaklaşık 6-7 yıldır tüm dünyada kendisine bir çıkış arayışı içerisinde. Hem mobil operatörler, hem telefon üreticileri, hem de yayın ekipmanları sağlayanlar uzun yıllardır araştırma geliştirme faaliyetleri ve test yayınları ile uğraşıp duruyorlar. Aslında hıza alışmış bizler için 6 sene uzun gibi gözükse de bu tip bir teknolojinin oluşması için yeterli bir zaman değil. Sonuç olarak Mobil TV daha emekleme aşamasını yeni tamamlamıştır.

Operatör açısından Mobil TV servislerinin hala cazip bir hale gelmemesinin en önemli sebeplerinden biri yatırım maliyetlerinin dönüşünün yavaş ve zor olması. Mobil operatörler yaptıkları yatırımların geri dönüşü olmasını doğal olarak beklerler ve aylık 10 TL’lik bir abonelik geliri düşünüldüğünde abonelerinin en az yüzde 10’nun bu tip servisleri kullanıyor olması işi kârlı hale getirecektir. Ancak dünyada genel olarak Mobil TV kullanım oranları %2 civarında kalmaktadır.

Reklamcılar için de çok cazip bir hale gelmemiştir çünkü Mobil TV kullanıcıları genelde 5 – 15 dakika arasında bir izleme süresine sahiptirler. Reklamcılar açısından bakınca hem çok dar bir kitleye ulaşıyorlar, hem de 5 – 10 dakika izleyen bir müşteriye reklam göstermeye çalışıyorlar.
Mobil TV deyince aslında iki farklı kurgu karşımıza çıkıyor: birincisi 3G üzerinden yapılan yayın, diğeri ise DVB-H benzeri TV vericilerinden yapılan yayın. Bir sonraki yazımda daha detaylı anlatacağım bu hizmetlerin de yatırım maliyetleri çok yüksek.

İşin içerik tarafında da zorluklar aşılmaya çalışılıyor. Mobile özel içeriklerin hazırlanması, mevcut kanal yayınlarının mobil telefonlara göre optimize edilmesi gerekiyor ancak kanallar bu konuda yatırım yapmak için aceleci davranmıyorlar. Önce piyasanın oluşmasını bekliyorlar.

Son kullanıcı tarafında da durum farklı değil. Cep telefonu, insanlar için artık bir prestij ürünü ve kimliklerini bu cihazlarla ifade ediyorlar. Peki Mobil TV izlemek için farklı bir telefon almaya ikna edilebilirler mi?

Bu yazı dizisinde Mobil TV yayın yöntemleri, gelir getirecek modeller, içerik dünyasındaki durumlar, başarılı servisler ve Türkiye’deki durum konularını işleyeceğiz.

2 Mart 2009 Pazartesi

Barselona cephesinde yeni birşey yok

Yazıya başlık düşünürken aklıma Erich Maria Remarque’ın Garp Cephesinde Yeni Bir şey Yok adlı kitabı aklıma geldi. Belki içerik olarak benzemiyorlar ama geçen hafta sektörün odaklandığı Barselona’daki “Mobile World Congress” de gerçekten yeni birşey yoktu.
16 – 19 Şubat tarihlerinde her sene olduğu gibi yine Barselona’da Mobil dünyanın en önemli konferanslarından biri gerçekleştirildi. Burası her sene yeni ürünlerin ve servislerin duyurulduğu bir yer olduğu için tabiki bu sene de beklentimiz çok fazlaydı. Gerçi krizin etkilerinin olacağı belliydi ve katılımcı sayısındaki düşüş daha ilk günden kendini gösterdi. Bir önceki sene ilk gün kayıt kuyruklarının uzunluğunu hatırlarken bu sene bomboş kayıt bankoları ile karşılaştık. Sanırım katılımcı sayısının da geçen seneye göre yarı yarıya düşük olması zaten herşeyi anlatıyor.
Bu sene Nokia, Samsung gibi firmalar yeni telefon modellerini tanıtırlarken aslında yeni anlayışlarını da ifade ediyorlardı. Telefon üreticileri artık telefonlarını anlatmaktan çok verdikleri ek müzik, video gibi servisleri ön plana çıkarıyorlar. Operatörler tarafında da aynı strateji izleniyor ve çoklu ortam ürünleri tanıtılıyordu.
Konferansın en önemli etkinliği MOFILM mobil kısa film festivali oldu. Festivali 100’den fazla ülkeden başvuran 250 kısa film arasından “İngilizce ikinci dil” filmi kazandı.
Yine konferansın yıldızları Uzakdoğulu firmalar oldu. Özellikle Huawei ve ZTE kalabalık standlarla oldukça dikkat çekiciydi. Önümüzdeki hafta detaylı olarak inceleyeceğimiz Mobil TV ürünleri de birçok firma tarafından tanıtılan servislerin başında geliyordu.
Açıkçası geçen seneki konferansda stand açan firmalar çok fazla bir değişiklik yapmamış hatta geçen sene kurdukları standların birebir aynısını kurup, yine aynı ürünleri, aynı kişilere tanıttırıyorlardı. Anlayacağınız Barselona cephesinde bu sene yeni birşey yok.
Barselona’dan aklımda kalan sadece lezzetli Paella’ları ve şarapları oldu.

9 Şubat 2009 Pazartesi

Müzik sektörü nereye gidiyor?

Aslında 2000 yılından beri müzik sektörü büyük bir değişim içerisinde.

Özellikle MP3 kavramının ortaya çıkması, MP3 çalarların özellikle Apple’ın iPod’undan sonra yaygınlaşması sektörün önde gelenlerinin silkelenmesine sebep oldu.

Her zaman olduğu gibi pazar önce yasal olmayan platformlarda gelişti ve yaygınlaştı. Tabi burada CD satışlarındaki düşüşü gören yapımcılar ve sanatçılar çok geç olmadan önlemlerini almaya ve yasal olarak çevirimiçi mecraya giriş yapmaya başladılar.

Özellikle iTunes’un bu sektöre katkısı yadsınamaz. Yine Nokia’nın birçok ülkede açtığı Nokia Music Store’lar da ciddi anlamda yeni bir pazar yaratmaya başladı.

Gelelim Türkiye’ye. 2008 yılı ülkemizde müzik sektörü için gerçekten bir devrim oldu. TürkTelekom ve Avea’nın pazara sürdüğü iki önemli servis ile pazarda ciddi bir hareketlenme yaşandı. Uzun yıllardır Powerclub’ın oluşturmaya çalıştığı bu sektöre çok önemli iki oyuncu daha girmiş oldu.

Türk Telekom’un TTNET Müzik servisi’nin ardından Avea’nın Müzik İndir servisi sayesinde kullanıcılar yasal yollardan ücretsiz içeriğe ulaşmaya başladılar. Son hamleyi de Nokia geçtiğimiz Cumartesi gerçekleştirdiği lansman ile yaptı. Yeni ürünleri 5800 XpressMusic alanlara 6 ay boyunca www.dokundinlepaylas.com üzerinden ücretsiz içerik hediye ediyorlar.

Aslında tüm bunları alt alta toplayınca geleceğin nasıl şekilleneceğini yavaş yavaş görmeye başlıyoruz. Müzik sektörü teknolojinin görmezden gelinemeyeceğini artık farketti ve nasıl uyum sağlayacağını da yavaş yavaş öğreniyor. Sırasıyla plaklar yerlerini kasetlere ve CD’lere bıraktı, artık yavaş yavaş CD’ler de yerini çevirimiçi mecralara bırakmaya başladı. Dinleyiciler sadece dinlemek istedikleri çarkıları satın almak ve dinlemeyecekleri tüm şarkıları içeren bir CD’ye para vermek istemiyorlar. Bu nedenle iki önemli gelişmeye hazır olmalıyız.
1. Artık 15 – 16 şarkıdan oluşan albümlere çok fazla rastlamayacağız.
2. İçeriğe son kullanıcıların değil, sponsorların para verdiği modellere daha fazla rastlayacağız. İnşallah film sektörü de doğruları çabuk görür ve şimdiden teknolojiye uyum sağlar.

IPTV neden yavaş gelişiyor?

2000’li yılların başından beri herkes IPTV’den konuşuyor, IPTV’nin getirdiği fırsatlardan bahsediyor.

Ama 2009 yılına girdiğimizde dönüp bakınca aslında IPTV’nin ne beklendiği kadar hızla yaygınlaştığını görüyoruz, ne de bahsedilen uygulamaların kullanıldığını. 2008 sonunda yayınlanan Point Topic Şirketinin araştırmasına göre tüm dünyada 2008 yılı sonunda IPTV abone sayısı 15 Milyon’a ulaşmış. Tüm dünyadaki hane sayısını ve televizyon yaygınlığını düşününce bu kadar abone sayısı çok düşük kalıyor. Zaten 7 Milyon abone 2007 yılından sonra kazanılmış.

Aslında işin doğal gelişimi. Beklentilerin realize olması tabiki uzun yıllar alıyor ancak gelişmenin yavaş olmasının en önemli nedenlerinden biri de IPTV’nin sahiplerinin yani Telekom Operatörlerinin daha önce hiç tecrübelerinin olmadığı bir sektöre, yani Medya sektörüne giriyor olmalarıydı.

IPTV altyapısını oluşturmak başlı başına bir maliyet. Telekom Operatörleri bu sektöre girerken öncelikle IPTV servisi vermek için altyapı kurmanın yeterli olduğunu düşünüyorlardı. Teknik yatırımlar bitince abonelerin koşa koşa IPTV alması en büyük beklentileriydi. Ancak iş servis vermeye gelince Medya dünyasının sert ve virajlı yollarına girdiklerini farkettiler. Yepyeni bir dünya.

İnsanlar abone olmak için mevcut televizyonlarında ne görüyorlarsa en azından onu görmeyi bekliyorlardı, tabi geçiş yapmaları için ekstra faydalar kazanmaları gerekiyordu. Operatörler içerik firmalarının peşinde koşup anlaşmalar yapmaya çalıştılar ancak bu dünyayı öğrenirken ciddi maddi kayıplarla karşılaştılar. Sonrasında farklı bir yol buldular bu sektörü bilen, bu sektörde yıllardır çalışmalar yapan Medya şirketleri ile anlaşıp içerik işlerini onlara aktarmaya başladılar.

İtalya’nın en büyük IPTV operatörü Fastweb, yine İtalya’daki en öndemli Dijital Platform’lardan SKYItalia ile anlaştı. Fransa’da Orange, Canalsat ile iş birliği yaptı. İngilitere’de BT, Freeview ile ortaklık kurdu.

Sonuç olarak Operatörler yeni bir sektöre balıklama dalma heveslerini bırakıp bu işi bilen tecrübeli ellerden destek almaya başlayınca yavaş yavaş abone sayılarında artışlar görülmeye başladı. Anlaşılan gerçek anlamda bir IPTV patlaması 2010 ve sonrasında yaşanacak.

26 Ocak 2009 Pazartesi

Kişisel Dijital Platformunuzu kurdunuz mu?

Evet, artık herkes kendi platformunu çok rahat kurabilir durumda.

Artık her ev kullanıcısı kendi VOD sunucusunu, kendi etkileşimli kanallarını çok rahat bir şekilde kurabiliyor. Hatta bu sisteme evinde olmadığı zaman da ulaşabiliyor.

Son zamanlarda aslında farkında olmadan televizyon izleme alışkanlığımız değiştirmeye başladık. Tabi sözüm Yeni Nesil’lere. Intel, Microsoft, Apple, Sony gibi şirketler geliştirdikleri donanım ve yazılımlar sayesinde bizlere inanılmaz fırsatlar sunuyorlar.

Size kendi evimde kurduğum örnek bir yapıyı anlatacağım o zaman ne demek istediğim daha rahat anlaşılır. İhtiyaçlarınız bir adet Intel Viiv destekli Microsoft Vista Ultimate Media Center PC, bir adet kablosus modem, bir adet Sony Playstation 3, bir adet Nokia N96, bir adet FullHD LCD, bir adet Slingbox ve bir adet Vista Notebook.

Bu cihazların hepsi birbirleriyle konuşmaya hazır. Oyun konsolu olmaktan çıkan PS3 artık kablosuz ağınıza bağlanabiliyor ve evinizde bulunan tüm Medya sunucularını otomatik tanıyor. Bu sayede kurduğunuz PC üzerinden paylaştırdığınız tüm içerikleri (resim, video, müzik) PS3 aracılığı ile LCD TV’nizde seyretmeniz mümkün. Bunu yapmak için uzman bir bilgisayar kullanıcısı olmaya da gerek yok. Evinize bir misafir gelince artık resimleri fotoğraf albümü ve laptop üzerinden göstermek yerine LCD ekranınızdan tek bir tuşa basarak gösterebiliyorsunuz. Hatta artık cep telefonunuz bile eve kurduğunuz bu Medya sunucusunu tanıyor ve dosyalara ulaşabiliyor.

Uzun seyahate çıktığınızda evinizdeki içeriklere ulaşmanızı da Orb ve Slingbox gibi ürünler çok kolay bir şekilde sağlamaktadır.

Sonuç olarak Dijital Platform mantığı ile düşündüğümüzde, istediğimiz içerikleri istediğimiz zaman ve istediğimiz yerde seyredebiliyoruz, kendi kanallarımızı yaratabiliyoruz, evin her odasından müzik veya video dosyalarımıza erişim kendi oynatma listelerimizi yaratabiliyoruz. İçeriklerimizi paylaşabiliyoruz.

Aslında geçmişte bize büyük platformların sunduğu çoğu şeyi evimizde kolayca yapabiliyoruz. Acaba IPTV biraz geç mi kalıyor ne dersiniz?

23 Ocak 2009 Cuma

RTUK, IPTV ve DVB-H üzerinden test yayını yapılabilmesi için bir tepliğ yayınladı.


Radyo ve Televizyon Üst Kurulu 15 Ocak 2009 tarih ve 2009/04 sayılı toplantısında IPTV, DVB-H, DVB-T, DVB-T2 ve benzeri Yeni Yayın teknolojilerinin transferini sağlamak amacıyla 3984 sayılı Yasa çerçevesinde yayıncılık sektörünün düzenlenmesi amacıyla “Test ve Deneme Yayınları Tebliği”nin RTÜK web sitesinde yayımlanmasına karar vermiştir.

Aşağıdaki linkden bu tepliğin detaylarına ulaşmak mümkündür. Sektörün uzun zamandır beklediği bu gelişme 2009'da 3G'den sonra IPTV ve DVB-H teknolojilerinde de bir hareketlenme yaşanacağınız habercisi.

18 Ocak 2009 Pazar

Internet TV mi IPTV mi?

Son zamanların modası, herkes IPTV yapıyor, herkes IPTV ürünleri geliştiriyor.

Ama maalesef çoğu teknoloji de olduğu gibi burada da büyük bir kavram kargaşası mevcut. Bu teknolojilerle uğraşanlar bile IPTV’nin tam olarak ne olduğunu, Internet TV’den ne tür farklılıklarının olduğunu tam kavramış değiller.

Piyasada duyduğunuz IPTV servisi diye konuşulan birçok iş aslında internet üzerinden yapılan yayıncılıktan başka birşey değil. Peki bu iki kavram arasındaki farklar neler?

Öncelikle Internet TV’yi ele alalım. Yayınlar bir web sitesi üzerinden yapılır ve izlemek için bir PC’ye ve hızlı internet bağlantısına ihtiyaç vardır. Yayın kalitesi günümüzde ciddi olarak artmış olsa bile hala normal televizyon yayınları kalitesinde değildir. Ayrıca yayıncı için en önemli fark içeriği izlemek için bağlanan her izleyici için yeni bir bağlantı açılmaktadır. Böylece izleyici sayısı arttıkça sunuculara binen yük artmaktadır ve aynı anda izleyecek insan sayısının bir üst limiti vardır. Yayını yapan kişi izleyiciye yayında kesinti olmayacağını, sorunsuz izleyeceğini garanti edemez çünkü tüm internetin kontrolü kendi elinde değildir.

Gelelim IPTV’ye. Yayınlar Telekom Operatörlerinin kontrolünde olan ağ üzerinden yapılmaktadır. Aynen internet ve ses trafiğinin aynı bakır kablodan iletilmesi gibi TV yayınları da aynı kablodan ama ses ve internete karışmadan yapılır. Yayınlar normal TV kalitesindedir. Kurulum maliyeti çok daha yüksektir. Yayınları izlemek için kullanıcıların bir alıcı cihaz almaları ve TV’lerine bağlamaları gerekmektedir. Yayınlar “Multicast” olarak yapıldığı için izleyici sayısının artması bir yük getirmemektedir.

Görüleceği gibi aslında Internet TV ile IPTV birbirinden tamamen farklı iki yayın türüdür. IPTV daha ticari, mevcut kablo TV ve dijital platformlara alternatif bir yayın hedeflerken, Internet TV günümüzde daha gelişmekte olan, yeni bir yayın anlayışı getiren bir platformdur. Önümüzdeki dönemde asıl tartışılması gereken Internet TV’nin diğer ciddi TV yayınlarına nasıl bir alternatif oluşturacağıdır.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Gazete haberlerine yorum yazmak?

Benim gibi interneti yoğun kullanan ve güncel haberleri internet üzerinden takip eden kitlenin mutlaka başından geçmiştir.

Hafta sonu elime aldığım gazetede okuduğum haberin hemen altına diğer okuyanların ne yorum yazdığını görmek için bakarım ama hemen aklıma kağıda basılmış bu haberlere yorum yazılamayacağı gelir.

Bunu neden anlattım? Aslında farkında değiliz ama artık medyayı takip etme alışkanlıklarımız değişiyor. Haberlerin büyük kısmını internetten anında takip ediyoruz. Sevdiğimiz dizilerin, programların önemli ve ilginç bölümlerini internetten izliyor veya arkadaşlarımızla paylaşıyoruz. Tüm bunları yaparken farkında olmadan da bir alışkanlığa sahip oluyoruz, “yorum yazmak”. İnternette hiçbirşey tek taraflı değil. Herşeyin altında bir yorum bölümü var. Herkes herşey hakkında yorum yazıyor, video izliyor beğendiğini veya beğenmediğini hemen yazıveriyor, bir yazı okuyor hemen kendi görüşlerini yazıyor. Aslında bizler zaten yıllardır bu yorumları kahvelerde, arkadaş toplantılarında, öğle tatillerinde, berberlerde, otobüslerde yıllardır yapıyorduk ama internet sayesinde bunu artık sadece iki üç kişi değil milyonlarla paylaşma şansını ele geçirdik. Belki de bu yorum yazma olayına bu kadar kolay adapte olmamızın sebebi geçmişten gelen bu alışkanlıklarımız diye düşünüyorum.

Peki buna alışan bizler nasıl kuru kuru gazete okuruz veya televizyon seyrederiz? Hele bu yorumlarla büyüyen yeni nesil eline kumandayı aldığında internette yaptıklarını aramayacak mı? Aslında önümüzdeki dönemde etkileşimli televizyonun belki de en kilit uygulaması bu paylaşım uygulamaları olacak.

Bir kanal da bir programı izlerken daha önceden tanımladığım arkadaş grubumdan kimlerin de bu kanalı seyrettiğini kumandanın tek bir tuşuna basarak görebileceğim, aynı MSN veya Facebook’ta görebildiğim gibi. Herhangi bir arkadaşıma izlediğim maç ile ilgili mesaj atabileceğim veya çok beğendiğim bir programı açması için anneme telefon açmak yerine onun ekranında küçük bir pencereyle programı iletebileceğim, isterse bu ekranı seçerek ilgili kanalı açabilecek, seyrettiğim kanaldaki program hakkında herkesin görebileceği şekilde mesajlar yazabileceğim.

Görüldüğü gibi belki kağıda basılmış gazeteyi en azından bugünlük çevirimiçi paylaşıma açmak mümkün olamayacaktır ama televizyonun çok kısa bir süre sonra bu formata geçeceğini düşünmek için kâhin olmaya gerek yok diye düşünüyorum.

7 Ocak 2009 Çarşamba

Taş Plaklara mı dönsek?

Geçen yazımda bahsettiğim izleyici profillerine tekrar döneceğim ancak uzun zamandır kafama takılan bir konuyu paylaşmak istiyorum.


Neden içerik üretenler dijital dünyadan korkuyorlar? Neden internet veya Mobil ile ilgili projelere öcü gibi yaklaşıyorlar?

Bir örnek vermek istiyorum. Şu anda amazon.com benzeri sitelerden kitap, DVD ve Müzik CD’si satın alıp Türkiye’ye getirtebiliyorum. Ancak bu gelen CD ve DVD’lerin kopyalanmasını, çoğaltılmasını ve başka formatlara çevirilmesini engelleyen herhangi bir önlem yok.

iTunes benzeri mecralar üzerinden ise müzik ve film içeriklerini sadece o bölge içerisindeyseniz satın alabiliyorsunuz. Örneğin; İngiltere’de yaşıyorsam sadece o ülkeye açık olan servisleri kullanabiliyorum. Türkiye’den hem bu sitelere erişip içerik alamıyoruz, hem de burada bu içeriklerin alınması için kurulacak platformlar içerik haklarını almakda inanılmaz zorlanıyorlar.

Ancak şu bir gerçek Internet ve Mobil üzerinden dağıtılan içerikler DRM ile korunuyorsa %100 güvenli olmasa bile DVD’den, CD’den yüzlerce kat daha güvenli. İnternet üzerinden satın aldığınız bir müzik parçasını sadece izin verilen cihazlarda kullanabiliyorsunuz, sadece izin verilen süre içerisinde dinleyebiliyorsunuz.

Görüldüğü gibi bir yandan herhangi bir güvencesi olmayan mecralardan her yere satış yapılabiliyor, diğer yandan fazlasıyla sıkı tedbirler alınmış mecralarda her türlü kısıtlama yapılıyor. Ben Amerika’dan aldığım bir CD’yi evimde, iş yerimde, arabamda, MP3 çalarımda dinleme özgürlüğüne sahibim, hatta arkadaşıma verebilirim ve o da istediği kadar dinleyebilir. İnternet üzerinden aldığım içeriği ise sadece izin verilen ülkede dinleyebilirim, başka bir yere kopyalayamam, başkasına veremem.

Benim tüm bu kurgudan çıkardığım sonuç aslında yapımcıların yeni teknolojilerin yaygınlaşmasına sıcak bakmadıkları. Keşke hep Taş Plaklar olsaydı diye düşünenler de vardır. Keşke, o zaman ne bölge kısıtı olurdu, ne kopyalama derdi.